Son zamanlarda yeşil sahalarda duran kalpler çoğaldıkça yıllar öncesinden bir isim gelir hemen aklıma 16 yaşında Florya’nın yeşil çimlerinde kalbi futbol ve sarı kırmızı için çarparken duran: Dursun Özbek…
Jupp Derwall’nin Türkiye Anıları kitabının ilk sayfasını açtığınızda hazinli bir hikâyeyle merhaba der yaşlı kurt… Dursun’u O günü, Yaşanılanları, çaresizliklerini, vazgeçişlerini anlatır…
Ne tesadüftür ki yine bir salı günü Eskişehir'den gelen haberle düştü aklıma Dursun Özbek. Kimilerinin unuttuğu ,kimilerinin bilmediği Dursun Özbek için kitabı tekrar açıp taşıdım buraya...
"Kendi yaşındaki birçok delikanlı gibi onun da kalbi sırf futbol için atıyordu.
Ama bir gün Antrenmanda, tam oyunun ortasında duruverdi. Bir daha atmamak üzere
duruverdi. Ayağındaki top, bir gün gerçekleşeceğini umduğu rüyalarından
yuvarlana yuvarlana uzaklaştı.''
O günü hiç unutmayacağım. Bir salıydı.
Bütün Galatasaray Dursun adındaki oyuncusu için yas tuttu. Büyük bir aile gibi,
kulübün üyeleri onun anısına tabutun başında nöbet tuttular. Genç takımdaki
arkadaşları onu kulüp binasından caddede bekleyen cenaze arabasına kadar
sırtlarında taşıdılar. Tabut oradan camiye götürüldü.
Ailesini bir parça olsun avutmaya çalıştım. Annesi elimi sıkıca tuttu, bana
sarıldı ve teşekkür etti. İkimiz de söyleyecek başka söz bulamamıştık. Acımız
öylesine büyüktü. Arkasından bir kaç adım daha yürüdük, sonra onu ulu tanrı'ya
emanet edip yalnız bırakacaktık. Büyük bir kalabalığın toplandığı şişli
camisinin avlusunda onu uğurladık. ''hoşça kal genç dostum. Yine görüşeceğiz''...
Florya’daki tesislerde, ön taraftaki cim sahada çalışıyorduk. Gökyüzü kül
rengiydi, puslu ve bulutlarla örtülü. Hiç de güzel bir hava değildi. Buna karşın
bizim havamız iyiydi. Antrenmana başlayalı yarım saati geçmişti. Soluk alma
sesleri, bağırmalar, gol atınca atılan sevinç naraları artmıştı.
Çabukluk antrenmanı yapıyorduk. Bu arada ayakta kalma gücü ve dayanıklılık da ölçülüyordu.
Programa göre önce yüksek tempolu koşular yapılmıştı. Sonra bütün saha boyunca
koşarak kısa pas çalıştık. Oyuncular hem kısa, hem de uzun mesafelerde en
yüksek tempoyla koşacaklardı. Amaç; gerekli hızı tutturabilmek, topa tam
zamanında yetişebilmek ve hareketi ceza sahasında kaleye şut çekerek tamamlayabilmekti
yanımızdaki sahada, eski bir milli futbolcu olan Bülent 16-18 yaş
arasındakilerden kurulu bir takıma antrenman yaptırıyordu. Bütün tesislerde
hareketli bir gün yaşanıyordu. Biz de bir yandan Galatasaray’ın gençlerini, geleceğin
oyuncularını seyretmekten kendimizi alamıyorduk.
Her zaman olduğu gibi kenarda seyirciler de eksik değildi. Onlar da artık antrenmanın
bir parçası haline gelmişlerdi. Zaten taraftarı göz ardı etmek olmazdı. Çünkü
onlar takıma motivasyon ve destek sağlıyorlardı.
A ve genç takımları antrenmanlarını aynı zamanda bitirirlerse o güzel, bakımlı küçük
sahamızda aralarında Mac yaptırır, böylece antrenmanda öğrendiklerini gerçek
oyun ortamında uygulama olanağı bulmalarını sağlardım. Bunu her iki üç haftada
bir tekrarlardım ve oyuncuların normal antrenmanın üstüne yaptıkları bu gerçek maçlardan
büyük zevk aldıklarını bilirdim.
Kadroları genellikle yedişer kişilik gruplara bölüp öyle oynatırdım. Sahamızın büyüklüğü
40x70 metre olduğu için takımları daha kalabalık tutamıyordum. Amaç çabuk ve ayağa
oynamaktı. Topu uzun süre ayakta tutmak ve fazla dripling yapmak yasaktı. Takımların
biri kurallara uymayınca top diğer takıma geçiyordu.
O bulutlu öğleden sonrada da Galatasaray’ın Florya’da ki tesislerinde durum her
zamanki gibiydi. İlk iki takım arasındaki Mac başarıyla tamamlanmış, oyuncular
evlerine gidip ailelerine kavuşacak olmanın sevinciyle soyunma odasına
yönelmişlerdi. Ben de karıma akşam dışarıda yemek yeriz diye söz vermiştim. Deniz
kıyısına, Yeşilköy’de balıkçı Hasan’a giderdik. İstanbul’un en iyi balık
lokantalarından biriydi. Kırmızıbiberli karidesle bir kadeh şarap ya da rakı içer,
kalkan ya da lüfer yerdik.
Birden bire karşıma orta saha oyuncum arif dikildi. Sanki yerden bitmişti. Antrenmanın
başından beri ortada yoktu. Her zaman olduğu gibi bu kez de geç kalmıştı. Bir
sürü mazeret sıralamaya koyuldu. Ben de lafı fazla uzatıp vakit kaybetmemek için
kabul ettim.
Günün son maçını oynayacak iki takım da ellerinden gelen en iyi bicimde oynamak
için hazır bekliyordu. Birincilerin amacı önümüzdeki şampiyonluk maçında takıma
alınmak, ikincilerin ilerisi için göze girmekti. Uzun bir antrenmanla gecen
günün sonunda hepsinin de şanslarını zorlamaya hazır olduğunu görüyordum.
Çitin öbür yanındaki genç takım antrenörü Bülent’e seslenerek bana bir oyuncu
daha göndermesini söyledim. Takımların eşit olabilmesi için arif'in karşısına
da bir oyuncu alınması gerekiyordu. Bülent genç takımdan birisini seçerek
yolladı. Gelen genç; Dursun'du... Her zaman mutlu ve keyifli görünürdü. Şimdi
de takımın yıldızları ile oynayacak olmaktan da çok memnun olduğu acıktı.
Düdük çalarak oyunu başlattım. Bu kez maçta hız çok daha büyük bir rol
oynayacaktı. Takımlar sekizer kişilik olduğundan oynama alanı da küçülmüş, topu
ayağında bulunduran oyuncunun gerek hareket alanı gerekse oynama zamanı azalmıştı.
Daha on dakika bile geçmemişti ki olanlar oldu. Savunma topu orta sahanın
üzerinden ileriye, Dursun'a uzatmıştı. Rakip bir durakladı, sonra topu
ıskaladı. Dursun kaleye doğru atak yaptı. Ayağında topla koşarken bir yandan da
kendisini destekleyecek bir orta saha oyuncusu arıyordu.
Birden koşması yavaşladı, kontrolünü kaybetmişti. Hareketleri yuvarlanır
gibiydi. Dengesini bulmak ister gibi kollarını salladı, kim bilir belki de
yardım istiyor, korkuyla seslenmeye gayret ediyordu.
Ben donup kalmıştım. Sanki birisi dipsiz bir kuyuya düşüyordu. Kötü bir
şeylerin olduğunu anlamıştım. Yerde yatmakta olan ve hiç bir yaşam belirtisi
göstermeyen delikanlıya yardım etmek için yerimden fırladım.
Masörümüz Mehmet’e doğru koştum. O da kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı. Ben
yanlarına vardığımda Mehmet, kendisinden geçmiş, hareketsiz yatan Dursun'un
yanında diz çökmüştü. Dursun'un gözbebekleri donup kalmıştı. Hiçbir şey algılamadıkları
belliydi. Mehmet onun boğulmasını önlemek için gırtlağına doğru kaçmış dilini
önce çekmeye çalışıyordu. Ben nabzını duymayınca ellerimle göğsüne bastırarak
kalp masajı yapmaya başladım.
Ama kalpte bir hareket yoktu. Vücudu hareket etmeden cansız gibi öylece yatıyordu.
Çevremize birikmiş oyuncuların yüzünden duydukları dehşet okunuyordu. Herkes
yardıma hazırdı, hepsi ellerinden geleni yapabilmek için yaklaşmıştı. Oyunculardan
ikisini doktor çağırmaya ve ambulans bulmaya yolladık. Endişeyle Dursun'un baygınlığının
sona ermesini bekleyerek gayretlerimizi sürdürüyorduk. Her saniyenin önemi
vardı.
Mehmet’le ikimiz devam ettik. Bu genç vücudun yeniden nefes almaya başlamasını sağlamaya
hayat öpücücüde yetmedi. Gençlerden birsi yanına diz çöktü, ağzı ve soluk
borusu serbest kalsın da kalbi yeniden kan pompalamaya başlasın diye başını
yana cevirdi.
Ambulans hala gelmemişti. Hiçbir zaman böylesine öfkelenmemiştim. En gerekli olduğu
zaman hiçbir şey çalışmıyordu. Eşgüdüm diye bir şey yoktu, hiç bir şeye hakim
olunamıyordu. ''bir şey zamanında gerçekleşirse rastlantıdandı''
.
Elimden başka ne gelirdi? Aklıma antrenman sırasında çitin arkasında, ilerdeki
evlerin yakınında bekleyen polis arabası geldi. Allahtan hala oradaydı. Fırlayıp
koştum, bu en son kurtarma umuduydu. Polislere acele yardım gerektiğini hangi
dilde anlattım bilmiyorum ama hemen fırladılar. Arabaya binip sahanın çevresinden
dolaştılar, kulübün arka kapısından geçip Dursun'u en yakin hastaneye goturmek için
yanımıza geldiler.
Dursun'un nabzı hala duyulmuyordu. Kalbini çalıştırabilmek bir daha için her
şeyi denedik. Göğsüne kısa aralıklarla bastırarak yeniden masaj yaptık. Birden
bire kalp yeniden atmaya başladı ama çok yavaştı.
İçinde bir doktor ve gerekli donanım bulunan bir ambulans hala ortada yoktu. Polisler
telsizle arayarak hastanelerden biriyle bağlantı kurmaya ve bir ambulans sağlamaya
çalışıyorlardı. oksijen ve kalbi destekleyen ilaçlar olmadan Dursun'un
durumunun düzelme şansı yoktu. Polisler onu arabalarıyla Bakırköy’e hastaneye
götürmeye hazırdılar. Biz de bu riski artık göze almıştık. Yoksa burada çimenlerin
üstünde yatmaya devam ederse onu kaybedeceğimiz kesindi. Yeter ki bir mucize
olsun. Bülent’le Mehmet polis arabasına binip birlikte gittiler ve yol boyu,
doktorlar müdahale edene kadar Dursun'u yaşatabilmek için hayatlarının
mücadelesini verdiler.
Ama başaramadılar. Dursun hastaneye 300 metre kala pes etmiş, hocası Bülent’le
masör Mehmet’in kollarında son nefesini vermiş. Biz hepimiz bu gencin ölümü karşısında
çaresiz orada kalakalmıştık. Ben bir cenaze töreninde daha önce hiç bu kadar
perişan insan görmemiştim. Kimse böylesine sevilen bir insanın yok olup gittiğine
inanamıyordu.
Ben de düşüncelerim arasında kaybolmuştum. Aklıma antrenörlük yaşamımın çeşitli
dönemleri, çocuklarım patrick ve manuela geliyordu. Manen tükenmiştim. Bir yıl
daha sabretmem gerekti. İkinci kez şampiyon olmak istiyorduk.
Hemen otuz yıldan beri genç insanlarla birlikte iyi zamanlar da kötü zamanlar
da geçirmiştim. Birlikte zaferleri tattığımız kadar yenilgileri, Haksızlıklarıma
yaşamıştık. Bu dünyadaki bütün şampiyonlukları, bütün galibiyetleri, en parlak
zaferleri seve seve verirdim. Yeter ki bu delikanlıyı, Dursun'u geri
alabileyim...
Bu kitabı Dursun'a adamak istiyorum. O bana hayatımda ne kadar güzel yıllar geçirdiğimi
hatırlattı. Ne kadar şanslı olduğumu, futbolun hayatım boyunca neler kazandırdığını.
Yazık ki bunların birçoğuna o erişemedi.
''ve futbol topu, onun bir gün gerçekleşeceğini umduğu hayallerine çarpıp
yıktı. Uzaklara doğru yuvarlanıp gitti."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder