15 Şubat 2011 Salı

Fransa'da Bir Arjantinli; Lionel MESSI



UYARI!!!


Bu yazıda okuyacağınız kişiler tamamen gerçek olup olaylar ise tamamen hayal ürünüdür.

Almanya futbol ve sosyal yaşamıma damga vuracak şekilde geçmişti. Aslında benim için zor geçen bir aydı. Alışmadığım, bilmediğim yerlerde kendimi bulmaya çalışıyordum. İnsanlar bilmeden bazen yardım ediyor bazen de köstek oluyordu. Ama bu iki ay bana ne olursa olsun olumlu şekilde yansımıştı. Barça'dayken sanki cam bir fanusun içinde yaşayıp olaylardan, kişilerden en önemlisi dünyadan uzak gibi yaşadığımı farkına vardım. Beni Lyon'a götüren uçağın penceresine dayanmış kendimi futbola yüklediğim, yüklemediğim anlamları düşünüyordum. İngiltere ve Almanya’da yaşadıklarımı düşünürken işte bu varoluş sebebiyle Fransa’ya daha da bir heyecanla gidiyordum…

Artık havaalanlarında başkanların ve yönetimden kişilerin beni karşılaması bir ritüel haline gelmişti. Saint Exupéry Havaalanına inip karşımda Jean Michel Aulas ve Teknik direktör Claude Puel’i görünce artık yeni bir maceraya hazırdım. Daha o ilk dakikalar aslında beni neler beklediğini anlamıştım. Kuyt , Schweinsteiger birer birer üstüme gelirken bu sefer bütün bir kulüp ve ülke geliyordu. İngilizcelerini anlamakta zorlandığım, adlarını telaffuz edemediğim insanlarla 1 ay yaşamak. o an futbolu bu sebeple bile bırakabilirdim. Kabus olmalıydı bu aksanlı konuşmalar, bu isimler birazdan saat çalacak ben uyanacağım diye düşündüm. Uyanmak zorundayım. Bazen gerçekten düşüncesiz bir şekilde hareket ettiğim için Tanrı’nın beni cezalandırdığını düşündüm. Evet, haklıydı da yediğim önümde yemediğim arkamda bir hayatım varken yok efendim heyecanım yok diye rahatıma koskocaman bir çuvaldız batırmıştım. Herkes benim gibi olmak isterken ben ne yapmıştım koskocaman bir şımarıklık. 30 koca gün bu insanlarla ve bu ülkede nasıl geçerdi? Araba Centre Tola Vologe doğru hareket ederken ben pişmanlıklarımla, kızgınlıklarımla ve Puel’in adının telaffuzuyla uğraşıyordum. Zavallı adam 10 kere söylemiş ve kibarca düzeltmiş olmasına rağmen ben yazılışı gibi söylemeye devam ediyordum. Aslında o zamanlar ne bilebilirdim ki Puel’in isminin en kolay söylenenlerden biri olduğunu.

Antrenmana yarım saat vardı vardığımızda futbolcular teker teker tesise gelmeye başlamışlardı. Puel her gördüğü adama garip isimlerle boğazına leblebi kaçmış da temizliyor edasıyla sesleniyordu. Bir an bana dönüp Messihh diyecek ve adım öyle kalacak zannettim. Herhalde Yeryüzünde adını söylemeyen tek adam ben olurdum. Şampiyonlar Ligi finaline çıkarken bile bu kadar heyecanlanmamıştım futbolcular bana doğru gelirken. Tanrı’ya o an beni Fransız yapıp muhteşem bir aksan vermesi için dua ediyordum. Yapabilirsin Tanrım sen ki küçücük karıncaya hayat verdin bana mı aksan veremeyeceksin diye yalvarıyordum. İlk gelen Kallström’dü. Bu defa ucuz atlattık diyordum selamlaştığımızda ama uzaktan gelen Gourcuff’ün gelmesiyle hevesim kursağımda kaldı. Sonra da Réveillère gelmesiyle sol yanımı hiç hissetmemeye başladım. Bu darbeye hiç ama hiç hazır değildim.

İlk günler falan derken alışırım dedim ama alışamadım. Bütün herkes beni iyi hissettirmek için seferberken benim neden huzursuz olduğum konusunda bir yanıt bulamıyorlardı. Adamlara adlarınızı söyleyemediğim için depresyona girdim mi desem ne değişirdi ki Herkese sen sen diyip olayı kurtarmaya çalışıyordum ama büyük bir kaos ortamı yaratıyordum. Ben sen sen dedikçe millet ben mi ben mi diye soruyordu. Daha sonra konuşacağım adamın yanına gidip derdimi anlatıyordum. Kolodziejczak ile adını bir kere bile ağzıma almadan onla konuşmam futbol başarımdan daha da büyük başarı bana göre.Diğer taraftan kulübün diyetisyeni Gomis’in peşinde koşmaktan biçare düşmüştü. Gomis’i ne zaman boş bıraksa soluğu mutfakta alıyordu. Mutfaktaki dolaplara kilit taktırmak son çözümdü ama bu sefer de aç kaldım ben açım diyen Gomis fenalık geçirip bayılıyordu. Hastalıklarının adı bile zor olur mu bir memleketin biz olsak olsak grip nezle verem oluruz adamlar vagovagal diye bir sendrom yaşıyorlardı.

Bu arada bende aç kalıyordum sürekli. Şatafatlı adların olduğu menülerde istediğim yemekler muazzam bir görselle geliyordu ama 2 lokmadan sonra bitiyordu. Herhalde bu öyle iştah açıcı falan asıl yemek birazdan gelecek diye düşünüyordum. Hatta bir keresinde lokantada 2 saat bekledim ve sonra garsona patladım yemeğim nerde kaldı diye. Zavallı adam yediniz ya efendim diye cevap verince kedi gibi pısmıştım.Fransızların neden bu kadar zayıf olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. Böyle zamanlar Bayernli Hamit burnumda tütüyordu. Fransızların Hamit’i olsaydı görürdüm ben zayıflığı… Ah Hamit Ah…

Bir mahkum gibi çeltik açarak Lille maçını beklemeye başlamıştım. O gün geldiğinde büyük bir keyifle yeşil sahaya çıktım. Çıkar çıkmaz karşılaştığım Gervinho Fransa’nın insanı nasıl değiştirdiğinin kanıtıydı resmen. O saçlar ne diyesim geldi ama sustum. Bir an onun gibi saçlarımı kestirdiğimi düşündüm ortaya çıkan tabloya ben bile dayanamadan vazgeçtim. Yanına gidip arkadaşça derdin varsa anlat bana depresyonda mısın neden böylesin diye onun psikologu bile olmak istedim. Fransa beni bir ayda bu hale getirdiyse onun böyle olması normal dedim sonra.

Maç başlarken ben yine yedek kulubesindeydim. Güzel bir maç olacağı ilk dakikalardan belli oluyordu. Lille Edin Hazard yönetiminde dalga dalga bizim çocukların kalesine geliyordu. Gelen taarruzlar bir iki derken geçilse de üçüncüde Melo affetmedi. Bu gol bizimkileri uyandırmaya yetmişti. Bastos uçan bir kelebek gibi kanatlarda resmen yardırıyordu ve onun karşısına kim geçse bu çalımlarla sarhoş olmuşçasına sendeliyordu. Çok geçmeden öyle bir şutla gol yaptı ki küçük dilimi yuttum. Artık maç bir o kalede bir bu kale de geçip gidiyordu. Fransız Liginin canlanması için benim gelmem gerekiyormuş sanki. İlk yarı düdüğü çaldığında bende kendimi yeşil sahalara bıraktım. Bastos’un vuruşu hoşuma gitmişti denemeler yapıp ona benzer golleri bende atmalıydım. İkinci yarı başladığında Gomis kenara gelip çok açım bir şeyler verin yoksa bayılacağım diye yalvardı. Bir muzla sorun giderilmeye çalışıldı ama Gomis’in suratından memnun olmadığı anlaşılıyordu. Sahaya döner dönmez Kim’in ortasına kafa vurup gol yaptı. Sonrasında ne oldu hala anlamış değilim. Öyle kendinden geçiyordu ki herhalde açlıktan bayılacak şuurunu kaybetti derken hiçbir şey olmamış gibi iki saniye sonra görev bölgesine gitti. Böyle sevinç de ilk defa görüyordum Fransa sen adamı ne hala sokarsın diye düşündüm Tamam yeniyoruz Ligue 1’de oynamak nasip değilmiş derken Sow’un golüyle beraberlik geldi. Toulalan yerine girecektim ama o oralı bile değildi tabelaya bakmadığı için. Sonra birden Heidi melodisiyle Tou-la-lan- Tou-la-lan diye kendi kendime tempo tutarken buldum kendimi. Fransa’dan kaçmam lazımdı halim kötüye gidiyordu. Sahaya girer girmez meşin yuvarlak bir rituel olmuşçasına yine önümdeydi. Gourcuff’e baktım ııh dedim, Réveillère baktım adlarını söyleyemiyorum ne diye kasıyım kendimi bir şut çekiyim dedim ve top kalecinin uzanamayacağı köşeden ağlarla buluştu. Herkes beni kutlamaya gelip bir şeyler söylerken kendimi çok ünlü bir şarkıcı zannettim. Ağzımdan dökülen Merci Merci sözleriyle hayranlarımı selamlıyordum sanki. 90 dakika bittiğinde benden mutlusu yoktu o an Gomis gibi kendimden bile geçebilirdim…

İtalya uçağına binerken Tanrı’nın sevgili kulu olduğumu bir kez daha anladım. Ya Fransa’da top oynasaydım ???

Au revoir France….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder